18 Mayıs 2016 Çarşamba

HAYATLA İLK RANDEVU


Filimlere bile konu olmuştur, ilk randevuda neler yapılmalı? Ne söylenmeli? Nasıl davet yapılmalı? vs. En ünlülerinden biri de hemen herkesin bildiği Will Smith’in “AŞK DOKTORU”  filmidir. Aslında film ile ilgili uzun bir hikayeye başlamak niyetinde değilim. Sadece doğanın en büyük buluşmasını düşününce, filmin aksine çok acıklı bir son çıkıyor. Kült filmler arasına girmiş, birçok kişinin birbirine tavsiye ettiği bu film için en sonunda:  Off saçmalık demekten alıkoyamıyorsun kendini.

Hadi bir soru ile başlayalım; sizce hayattaki en önemli randevumuz ne olabilir? Bir düşünün.

Bekliyorum…

Bekliyorum….

Bekliyorum…..

………………………………………………………

Hadi ama tüm bunları söylüyor olmazsınız, cevap bu kadar ortada ve basitken üstelik…

Şu saydıklarınıza da bakın:

Kız arkadaşımla ilk sinemaya gittiğim zaman.

İlk evlenme teklifi ettiğim zaman.

İlk iş görüşmeme gittiğim zaman.

Bak bu çok acayip: ilk genel eve  gittiğim zaman. (Uhuu milli oluyorsun koçum ;) )

İlk arabamı satın almak için kuzenimden borç para almaya gittiğimde.

Erkek arkadaşımın artık bu sefer beni  öper dediğim buluşmamızda… (Yine öpmedi! )

Kayın pederimle ilk tanışma yemeğimizi organize edeceğimizi ilk organize etme kararını almaya karar verdiğimiz zaman. ( Sonunda buluştuk aslında, gerçi ilk tanışmada kendini taşıtması çok hoş olmadı ama dört kişiydik pek bir şey diyemedim.)

Anneme kız arkadaşımı tanıştıracağım o harika pikniğe gittiğimiz zaman.

İlk evimi tutacağımda ev sahibiyle buluşmaya gideceğim zaman.

Yeni köpeğimle ilk tanışacağım zaman. (kuduz aşısı yapılmış mıydı?)

vıdı bıdı vıdı, bla bla bla

Nasıl yani, size söz hakkı tanıyorum ve gerçekten bunlar mı çıkıyor? Bundan sonra monologa alıyorum haberiniz olsun…

İlk buluşma diyorum. Tabii ki tüm bu buluşmalar önemli olabilir ama en önemlisi 9 ay boyunca hani şu hazırlandığımız, şekilden şekile girip buruş buruş oluncaya kadar bir havuzda bekletildiğimiz buluşma vardı ya. Bu arada yetkililere sesleniyorum, beklediğimiz yer çok dar, havuz düzenli olarak temizletilmiyor, hizmet kalitesi çok zayıf; yemek alabilmek için kırk takla atıyorsun ve en sonunda  ancak tekme atarsan geliyor anlatabiliyor muyum? Bir kadın var ve sürekli bir şeyler anlatıyor… Biz psikiyatrisi değiliz, eğer öyleysek bile karın tokluğuna çalıştırılıyoruz. Ve bütün bunlara sadece o büyük buluşma için katlandığımızı hatırlatmak isterim, teşekkürler…

Daha ne olsun, ilk buluşma için hazırlanmışsın. Ne beklersin, tatlı bir tebessüm, güzel içten bir sarılma, heyecanlısın işte, her şeyi göze alıyorsun: 9 aylık evini bırakıyorsun üstelik daha 20 gün daha oturabilecekken. Bir ev sahibinin şatosudur ve öylece terk etmezsin yani. Üstelik gittiğin yer de kurak bir yer, sonuçta biz sulak yerde yaşamaya alıştık. Ayrıca  ekmek elden su gölden yaşıyorsun, emrinde uşağın var, adı plasenta, istediğini söylüyorsun, hop midende. Plasenta eşsiz bir uşaktı.  Hele o son tünel hiç de sevimli değildi, arkadan seni sürekli itekleyen bir basınç, hayır yani önümüzde biri olsa adımız fordçuya çıkacak daha doğmadan

Tüm heyecanımla hazırım artık buluşmaya… İşte tüm aylar boyunca beni tüm bu saltanattan vazgeçirebilecek tek şey:  Tatlı, güzel  HAYAT!

Hayatını s.k.y.m… Böyle karşılama mı olur lan?

 Daha ilk buluşmada insan evladına böyle muamele yapılır mı? Bismillah ışık mıdır nedir gördük bir şey. Arkadaş önce vale sandım, saydım beş çubuğu olan mavi bir şey bana doğru uzandı, hemen arkasında tipsiz bir şey… Sanıyorsun ki işler böyle yürüyor, neyse yeniyiz bir şey demeyelim dedik, sustuk. Susmak da kabahat arkadaş, sen benim mabada çubuklu şeyle yapıştır üç beş darbe… Ağzımı açtım tam yedi ceddine sövecektim ki onunla tanıştım. HAYAT! Ağzımı açmamla,  girdiği gibi yaktı kavurdu tüm içimi, o günden sonra hiçbir zaman eskisi gibi olamadım, dediler ki artık onsuz sen bir hiçsin, mecbur bağımlısı olduk, ne onunla yaşayabildim ne de onsuz…  İşte tek esaret de hayat, tek gerçek de hayat, en büyük kazık da, en büyük ödül de hayat… Karmaşık  yani neresinden bakarsan eninde sonunda yol ona çıkıyor… Ya sen onu eviriyorsun ya da o seni istediği yöne çeviriyor…

 

Derviş olmak ya da olmamak...



Hayatımın büyük bir çoğunluğunu bahtsız bedevi olduğuma inanarak geçirdim. Bahtsızdım evet. Her ne kadar kulağa garip gelse de gelmese de.

Çevremdeki bir çok kişi yanıldığımı düşünüyor olabilir. Sizin de çevreniz haline şükret diyenlerle dolu mu? ya da aza tamah etmeyen çoğu hiç bulamaz? ya da sabret muhakkak iyi günler gelecektir.
daha bir çok şey sıralayabilirim. Aslında onlar mı doğruyu söylüyorlar yoksa ben mi haklıyım kestiremiyorum. Tek bildiğim şey içim beni kasıp kavuran duygu ve düşüncelerle dolu. Benim bedenimde yaşamanın nasıl olduğunu bilmek isteyeceğinizi sanmıyorum. Sezen Aksu'nun çok sevdiğim bir şarkısı var, onda şöyle diyor: Kendini seçemiyorsun, bırakıp kaçamıyorsun. Yazmadığın bir hikayede, uzun ya da kısa vadede az biraz keşfediyorsun... Kendimi seçebilseydim eğer oyumu kendimden yana kullanacaklardan biri ben olmazdım sanırım. Niye mi? Sanatçı sendromlarının tamamını barındırıyorum, kendime trip atardım sanırım...
Hayatım boyunca sanırım hep çirkin ördek  yavrusuydum, kendimi grupların dışında gördüm hep. Çoğu zaman da bu dünyanın insanı olmadığım yönündeydi. Yoksa ben uzaylı mıyım? Niyeyse kulağımda uzaylı konulu filmlerdeki şu ıslığa benzeyen ses canlanıverdi.
Sanırım bazılarınıza da olur, sinemada komedi filmi izliyorsunuzdur. Bir anda tüm salon kahkahalarla sahneye güler, ama sende tık yoktur, hiç komik değildir; ama bunca insan gülüyorsa vardır bir bildikleri dersin içinden. Hemen sonra bir sahne gelir ve salonda kahkahayla gülen tek kişi sensindir. Nasıl yani bu kadar komik bir şeye insanlar nasıl gülmezler? İşte o anda ensende o sesi tekrar duyarsın: Çirkin ördekler diğer salondalar...

Hayatım o diğer salonu aramakla geçti... Derdim Derviş olmak mı yoksa Bedevi kalmak mı değil aslında. Bir yolda yürüyorsan eğer o yolun tüm izleri üzerine siner; yol çamurluysa ayakkabıların çamur olur, çiçekler varsa birinin yaprağı üzerine ilişir, alerjin varsa polenler seni hapşırtır gölerin kan çanağına döner, yani yolun neyse sen de ona dönüşürsün. Gittiğim yolun hangi yol olduğunu söylemem zor; ama gitmek istediğim yeri sanırım biliyorum. Ben diğer salonu arıyorum: Benim güldüğüm şeylere gülen, benim duygulandıklarıma duygulanan, benzer özellikte olduğum ve tam da oraya ve o insanlara ait olduğumu hissettiğim topraklar. Her neredeyse işte, bu dünyada ya da dışında... Neye benzediğini bilmiyorum ama bulunca orası olduğunu zaten biliyor olacağım.

Bu dünyanın dışını çok kullandım ama sebebi vardı. Ben her insanın ayrı bir dünya olduğuna inananlardanım. Aslında ilişkileri o kadar da küçümsememek gerekir. Her ilişki bir diğerine koca bir dünya vadeder. Bazen biri gelir dünyanı daha yaşanası ve güzel bir yer haline getirir. Bazen de öyle biri gelir ki bütün verimli topraklarını çöle çevirir, bütün sularını kurutur. İçinde iyi olan ne varsa alır, götür. Sonra eskiye dönmek için çabalar durursun, ama hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. Sen de hayatta kalmak için başkalarından çalmayı öğrenirsin ve bu böyle sürer gider. Aslında yanlış salona sen girmişsindir ve bir başkasının yanlış salonu olmuşsundur.

Mevzu derviş olmak değil ki! Derviş olmanın matah bir şey olduğunu zanneden varsa baştan söyleyeyim, yanılıyorsunuz. Ben derviş oldum diye havalı gezen kimseyi göremezsiniz. Derviş olan yanıp kavrulmuş, en sonunda da neye ve nasıl yanmasını öğrenen kişidir. Yani yanması devam edendir...

Peki sen bu hikayenin neresindesin diye aklınızdan geçtiğini duyar gibiyim. Aslında ben de aynı soruyu kendime soruyorum. Yanmadan o salondakilere benzemeye çalışmak mı? yoksa diğer salona doğru ateşli yolda yürüyen olmak mı? " Bildiğim Bir Şey Varsa, O da Hiçbir
Şey Bilmediğimdir" deyip Sokrates'i araya sokmak istedim. Ben de bilmiyorum, ama hala bir bedeviyim ve çölün sonunu bulmayı ümit ediyorum.